Fatih Yazısı


Son günlerde belki de aldığım derslerden dolayı toplumsal çevreye, özellikle kentsel dokuya olan ilgim artmış vaziyette. Zaten her daim yaşanabilir çevre fikrini savunmuşumdur. Şahsi hayatta uygulamaya geçebilmek ise teorideki kadar kolay olmayabiliyor. Ancak dilerim bir gün ben dahil herkes kavuşur. Hikayemize geçelim.

Okul çıkışında Vezneciler’den Fatih’e doğru çıkıyorum. Toplu taşıma için iş çıkışı vakti. İmkân varsa uzak durulması gereken zamanlar. Yürümeye karar veriyorum. Saraçhane tarafında o gürültülü trafik eşliğinde ilerlerken caddeyi geçtikten sonra neden parkın arkasından Kız Taşı istikametine devam etmediğimi düşünüp için için kendime kızıyorum. Millet Kütüphanesi’nden önceki aradan ara sokaklara atıyorum kendimi.

Yürürken aklımdan geçiyor. Ne zaman üretemezlik sorunu yaşasam, kendimi sokağa atarım. Naçizane yazın alanında yer kapmak için yazmaya başladığım günlerden beri takip ettiğim bir metottur. Zira toplum içerdiği sorunlar itibarıyla düşünen bir insan için belki de eşi bulunmaz bir nimet. Belki hemen her zaman çözüm bulmak mümkün olmuyor zira ya bilgimiz yetmiyor ya da yetimiz. Ancak yine de her vakit izlemeye kâfi.

Düşüncelere dalarken azalan gürültü ve artan keyif ile etrafımı incelemeye koyuluyorum. Gıpta ile bakıyorum tarihi binalara. Birçoğu metruk. Yol boyu devam ediyor. Belki de bir asırlık olan hemen yanımda; bitişiğinde zırhı değişircesine kaplanmış yanındakinden destek alan yorgun yapı, hemen arkasında kat karşılığı sözleşmelere konu edilmiş yapılar. Göze kaosla birlikte yansıyan bu ortamda binaları tahlil ediyorum kendimce.

İleride süslemeleri ile binalar gözüküyor. Kiminin cumbası, kiminin özenle işlenmiş pencere çerçevesi; kat aralarındaki düz alanlara farklılık katan detaylar uzanıyor. Kendi zevkleri tekdüzeliğin ötesine geçmeye çalışmış yapı malikleri. Kiminin oldukça başarılı olduğunu da söylemem gerek. Keza bir tanesinin yarım daire şeklinde kapı başlığı ne kadar basit de olsa çok hoşuma gitmiş vaziyette.

Tabii, gözümüz sadece tarihi yapılarda değil. Altmışlı, seksenli yıllarda İstanbul'a gelip dönemin sivil mimarisini bazen tek renk, bazen alaca, bazen ise şimdi modası geçmiş pullu halleriyle yansıtıyorlar. Ayakta duran ama çoğunlukla parasal kaygılar ve tasarruf amacıyla lüksten kaçınma izlerinin hâkim olduğu binalar bunlar. Pek tabii, bu binalar da en az 40-50 senelik hikayeler barındırıyorlar uhdelerinde. Öyle hikayeler ki; doğumlar, düğünler, kavgalar, ölümler. Tüller elverdikçe pencereden dışarı fışkıran karanlıktan hissediyorsunuz tüm bu hikayeleri. Ve bunları yaşayıp da kıymetini bilmeyenleri, evin ruhunu incitip sırf gösteriş merakıyla yok edip görgüsüzlükle dış kaplamaları değişmiş kimilerinin, kimilerinin ise projeleri hazır ve etrafı çevrilmiş nahoş naylon veya kerestelerle. Evet, belki de bundan da 10-20 yıl sonra dönemimizin popüler anlayışı bir hikâye barındıracak yeni kuşak için. Ama bir hikâye yazmak için öncekini yakmanız gerekmemelidir.

İmam, Derviş Dede’nin salasını okurken ve mevta için mahallenin esnaflarından derken, kalpleri titreyen komşuların yerini kimmiş o diyen ilgisiz insanların almasında övünülecek tek bir şey görebilen var mı? Neriman Teyze komşularını toplayıp güne, Kur’an okunmasının ardından yemekleri servis etmesini aşağılayarak nereye vardık, peki? Nilgün’ün, kocası Kerem ile kavga etmesini kaygıyla duyup sonunda kıraathanede Kerem’i, kahve içmelerinde Nilgün’ü teskin ve ikna eden üst kat komşuları Fuat ile Şermin bugün niye yoklar?

Kaygının yalnızca binalara bakan gözlerimde değil, her dönem ismi değişen “dershanelerinin” bahçesinde birbiriyle sınav hakkında konuşan iki genci görünce, tıpkı abileri ve ablaları gibi onlarda da olduğunu fark ettim. Bir farkla ki, “Üniversite”yi kazanan çocuklarının Beyazıt’a gideceği hayalini kuran ailelerin daireleri boş artık. Dolu olsa da... Ve hala aynı sahnedeyken ben, gençlerin yerini, Uzak Asya’da yok sayılıp zulme uğramaktan kurtulmaya ve ekmeğini kazanmaya Batı Türkeli’ne gelen Uygurlu soydaşlarımız alıyor, tarihi dereyi işgal eden caddeyi nazır yüksek gelirli restoranların birinin önünde. 

Kaybolan sadece binalar değil, zaman da ruhunu yitirmiş. Şuursuzca sürüp giden bir koşuşturmayla kendi sonuna kucak açıp hasretle kavuşmaya çalışan her kişioğlu gibi. Tanrının yaşadığı ödün, şimdilerde patlamasına ramak kalmış.

Tüm bu karmaşa içinde eve son birkaç yüz metre kalmışken, güvensiz sokakların risklerine aldırmadan bisikletiyle adeta o huzurlu geçmişe pedal çeviren çocuk, bir ümit doğuruyor yanımdan geçerken. Yol boyu takip etmeye çalıştığım modern öncesi hatıraların imgesi gibi gözüküyor o an, siyah-beyaz bir perdede.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutluluk bahçesi

İç İçe Geçmiş Halkalar Teorisi

en uzun gün

Bana e-posta gönderebilirsiniz

Ad

E-posta *

Mesaj *