Yalanı kabul mümkün mü?

Yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu öğrenerek büyüdük biz. Birkaç kez girişimde bulunsak da ufak cezalar alarak doğrudan sapmamaya devam ettik. Yalan söylemedik büyüyünce de. Ve de bir hata yaptık, kırdık bu kuralımızı, en büyük yalanı kendimize söyledik: herkesi kendimiz gibi zannettik.

Yalancılarla karşılaştıkça şaşırdık, anlamadık çoğunu. Doğru olanı öğrenmiştik biz, o halde bu insanların yaptıkları neydi? Kızdık onlara, uzak tuttuk kendimizden; yeri geldi, dışladık. Nice verilen sözleri işittik geleceğe dair, hepsi bozulup devam etti yalanlar...

Ve gün geldi biriyle karşılaştık. Dürüst olan biriyle. Kendimizi hatırlattı bize. İlgimiz arttı önce ve vakit geçtikçe sevmeye başladık onu. Ortak hayatımız oluşmaya başladı. Sonunda hoşnut olduk. Her şey olması gerektiği gibiydi artık. Bir-iki sefer şüphe ettiysek de doğrular gözüktü daima ve net bir şekilde. Her zaman mantıklı açıklamalar vardı, kulağa hoş gelen sözlerle. Yalancıları hatırladıkça öfkelendik, daha sıkı sırıldık birbirimize. Beraber göğüs germeye başladık yalancı zorluklara. Yalancıydı zorluklar; çünkü kolaylardı, bizi kandırmaya çalışıyorlardı. Belki tek başımızayken başarıyorlardı; ama birlikteyken gerçek yüzleri ortaya çıkıyordu: zaafları, ne kadar kolay oldukları... Peşi peşine sıralanmış bu engeller geçilmeyi bekliyordu artık.

mutluyduk.
.
.
.

Ve bir gün yıldırım düştü gözümüzün önünde. Önce inanamadık, idrak edemedik ne olduğunu. Kabus zannettik, ama değildi. İmkansızdı bu olamazdı. Şahit olmuştuk ama ne olduğuna. Evet, o da bir yalandı. İlk defa şüphemiz bize doğruyu gösterdi. Kocaman bir yalan vardı ortada. Kabul etmek istemedik, reddettik. Kandırmaya çalıştık kendimizi. Ama başarısız olduk. Diğerlerinden farklıydı hani gözümüzde eşsiz gözüken bu melek? Ne olmuştu birden de yalan söylemişti.

Bu mağlubiyet, muzaffer olan şüphemizin baskılarını artırdı. Karşı koyamaz hale geldik. Saf dışı kalmıştık artık. İtaat etmek zorundaydık. Zira şüphe çok büyük bir müttefik kazandı bu yolda: merak. Bu ittifakın kudreti en önemli müttefiğimizi de kaybettirdi: inanç. Zaten mağlup taraftık, artık şüphe ve merakımız yönetecekti bizi.

Bir soğukluk kattık araya. Bu süre içinde araştırdık, inceledik. Romantik gözlüklerimizi çıkarıp realist gözlüklerimizi taktık. İlk gelen büyük yıkım adeta domino etkisi ortaya çıkarmıştı. Önce ardı ardına yalanlar geldi, fikir ortağı sandığımız bu kişiden. Sonra ise doğru bildiklerimiz de yalana saptı. Aldatılmış bir şekilde zihnimize döndüğümüzde şüphe kahkaha atıyordu: söyledikleri doğru çıkmıştı.

mutsuzduk.
.
.
.

Bedbahtımıza sövüp kaderimize kızıyorduk. Lakin kabul etmek istemediğimiz hali hazırda hep yanımızda olan bir duygu daha vardı: aşk. Olasılık dışı tutuyorduk hep, sevgiye karşı değildik ama bu kabul edilemezdi. İşte, sürekli reddettiğimiz en büyük korkumuz. Orada öylece dururken dikkatimizi çekmişti. Hep var olan ama görmezden geldiğimiz bu his bize yardım elini uzatıyordu. Apaçık belli olan bir sinsilik vardı ama bunda. Belki mutsuzluğumuzdan kurtulabilirdik ama ya tüm bu öğrendiklerimiz ne olacaktı. Unutabilecek miydik? Unuttuk diyelim, peki o yüze baktığımızda eskisi gibi saf duygularımız olabilecek miydi? Her dediğini yine doğru kabul edip mantık çerçevesine oturtabilecek miydik? Yoksa her seferinde, yalanları kendi elimizle çekip fark ettirmeden, göremeyeceğimiz bir yere mi bırakacaktık? Onun yalanlarını, ondan saklayarak mı mutlu olacaktık? Ne olacaktı? O kadar karşı gelmişken yalana, şimdi sevgi uğruna boyun mu eğecektik? Aşk buna değer miydi?

Bilmiyorduk. Hiçbir sorunun da cevabını bulamıyorduk. Sadece merakla birlikte oturmuş geleceğin ne getireceğini bekliyorduk.

ümitliydik
.
.
.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutluluk bahçesi

İç İçe Geçmiş Halkalar Teorisi

en uzun gün

Bana e-posta gönderebilirsiniz

Ad

E-posta *

Mesaj *